İnsanoğlu henüz
gürültülü seslerle konuşmayı beceremediği zamanlarda telepati yoluyla anlaşırdı.
Marlo Morgan’ın yazdığı Bir Çift Yürek’te Aborijinler denilen Avustralyalı
yerliler anlatılıyor. Anlaşılan o ki onlar hala telepati yöntemini kullanıyorlar.
Ancak uygar(!) dediğimiz ülkelerde telepatik yöntemi denemek başarısızlığı baştan
kabul etmek demektir. Çünkü gönderdiğiniz düşünce dalgaları baz istasyonlarının
dalgalarına karışacak ve mesaj sahibine ulaşsa bile anlaşılmaz bir hale
gelecektir. Bu yüzden bizler telepatik yeteneğimizi yitirmiş ve birer cep
telefonunu sahibi olmaya bakmışızdır.
Bir teoreme göre,
dünyadaki sesler atmosferde yer tutuyor ve kaybolmuyor. Yani bir gün geçmişteki
bütün tarihi olayların bant kayıtlarını çözmeyi başarmamız ve insanlığın
tarihini doğru bir şekilde anlamamız mümkün olabilecektir. Nitekim Jodie
Foster’in oynadığı Mesaj adlı filmde de böyle bir sahne vardı. Uzaya ses
dalgaları gönderen bilim adamları bir gün yanıt alıyorlardı. Gelen mesajı anlaşılabilir
bir hale getirdiklerinde bunun Hitler’in bir konuşması olduğu anlaşılıyordu.
Evrenin oluşumuyla
ilgili efsanelerde müzik ve ses tanrısal bir öz olarak kabul edilir. Bu yüzden
ilk büyük kent uygarlıklarında, kutsal metinler sesli ve müzikli okunurdu.
Mezopotamya’da yapılan kazılarda telli çalgılar bulunmuştur. Başlıcası lirdir.
Sümerlerde müzik ve müzikal aletler çok gelişmişti. Bunlar dini nitelikliydiler. Kendilerince bir nota sistemleri de vardı.
Bilimsel anlamda
açıklamak gerekirse; ses: Dalgalar halinde yer değiştiren basıncın bir çeşitlemesidir,
diyor ansiklopediler. Burada yer değiştiren madde değil, enerjidir.
Ses, tepeler ve
iki eğri arasındaki çukurların temsil ettiği bir salınım hareketidir.
Her müzik aleti
gibi, insan sesi de bir uyarıcı (gırtlak) ve ses veren organlardan (ağız-yutak
borusu) oluşur.
İnsanın çıkardığı
sesler, senfonik bir orkestranınkinden daha çeşitlidir.
Dalgaboyu, ardı
ardına iki sıkışma arasındaki uzaklıktır ve ters orantılı olarak frenkansı değiştirir.
Dalgalar engelle karşılaşmadıkça, enerjileri bir kürenin yüzeyine dağılarak bütün
yönlere yayılır.
Hava basıncı,
soluk alırken diyaframla, soluk verirken de karın bölgesiyle düzenlenir. İnsan
gırtlağı, frekansı belli ama tınısız bir tayf çıkarır. Bu tayf, ağız boşluğunda
değişime uğrar. Ses telleri, bir ses üretmek için hançereyi kapatır ve havanın çıkmasını
engeller. Bu durumda hançerenin altındaki basınç artar ve oluşan gücü bir ölçüye
vardırır. Bu baskı sonucu ses telleri açılınca, dışarıya doğru bir hava dalgası
itilir. Bu da basıncı düşürür. Sonra ses telleri yine kapanır, hançerenin altındaki
basınç yeniden artar ve başka bir çevrim başlar. Sesleri doğuran, bu çevrim
tekrarlarıdır.
Bir soprano tiz
bir “do” notası çıkarmak için ses tellerini saniyede 1000 defa açıp kapar.
Türk müziğinde
kullanılan seslerin, ilk olarak XIII. Yüzyılda Safiyüddin Abdülmümin Urmevi
tarafından ortaya konduğu kabul edilir. Konuyla ilgili “Kitab-ül Edvar ve
Risalet üş-Şerefiyye“ adlı bir eseri vardır.
20. yüzyılda
Rauf Yekta, Saadettin Arel ve Suphi Ezgi eskiden 17 olan perde sayısını 24’e çıkarmışlardı.
En son bu perdeler Kemal İlerici tarafından 53’e çıkarılmıştır.
Yani geçen yüzyıllarla
insanlar sesi ve dolayısıyla sesli iletişimi (konuşmayı) geliştirmiştir. Günümüzde
güzel konuşma ve hitabet bir sanattır da aynı zamanda. Ama bunları yazarken
bile dışarıdan gelen insan gürültüleri bana bu sanatı uygulayanların çok az
olduğunu gösteriyor. Sanırım insanoğlunun çoğunluğu ilkel sesleri çıkardığı dönemden
pek de uzakta değil.
Gülşen Uslu