16 Nisan 2012 Pazartesi

SES

İnsanoğlu henüz gürültülü seslerle konuşmayı beceremediği zamanlarda telepati yoluyla anlaşırdı. Marlo Morgan’ın yazdığı Bir Çift Yürek’te Aborijinler denilen Avustralyalı yerliler anlatılıyor. Anlaşılan o ki onlar hala telepati yöntemini kullanıyorlar. Ancak uygar(!) dediğimiz ülkelerde telepatik yöntemi denemek başarısızlığı baştan kabul etmek demektir. Çünkü gönderdiğiniz düşünce dalgaları baz istasyonlarının dalgalarına karışacak ve mesaj sahibine ulaşsa bile anlaşılmaz bir hale gelecektir. Bu yüzden bizler telepatik yeteneğimizi yitirmiş ve birer cep telefonunu sahibi olmaya bakmışızdır. 

Bir teoreme göre, dünyadaki sesler atmosferde yer tutuyor ve kaybolmuyor. Yani bir gün geçmişteki bütün tarihi olayların bant kayıtlarını çözmeyi başarmamız ve insanlığın tarihini doğru bir şekilde anlamamız mümkün olabilecektir. Nitekim Jodie Foster’in oynadığı Mesaj adlı filmde de böyle bir sahne vardı. Uzaya ses dalgaları gönderen bilim adamları bir gün yanıt alıyorlardı. Gelen mesajı anlaşılabilir bir hale getirdiklerinde bunun Hitler’in bir konuşması olduğu anlaşılıyordu.

Evrenin oluşumuyla ilgili efsanelerde müzik ve ses tanrısal bir öz olarak kabul edilir. Bu yüzden ilk büyük kent uygarlıklarında, kutsal metinler sesli ve müzikli okunurdu.


Mezopotamya’da yapılan kazılarda telli çalgılar bulunmuştur. Başlıcası lirdir.


Sümerlerde müzik ve müzikal aletler çok gelişmişti. Bunlar dini nitelikliydiler. Kendilerince bir nota sistemleri de vardı. 


Bilimsel anlamda açıklamak gerekirse; ses: Dalgalar halinde yer değiştiren basıncın bir çeşitlemesidir, diyor ansiklopediler. Burada yer değiştiren madde değil, enerjidir.

Ses, tepeler ve iki eğri arasındaki çukurların temsil ettiği bir salınım hareketidir. 

Her müzik aleti gibi, insan sesi de bir uyarıcı (gırtlak) ve ses veren organlardan (ağız-yutak borusu) oluşur.

İnsanın çıkardığı sesler, senfonik bir orkestranınkinden daha çeşitlidir.

Dalgaboyu, ardı ardına iki sıkışma arasındaki uzaklıktır ve ters orantılı olarak frenkansı değiştirir. Dalgalar engelle karşılaşmadıkça, enerjileri bir kürenin yüzeyine dağılarak bütün yönlere yayılır. 

Hava basıncı, soluk alırken diyaframla, soluk verirken de karın bölgesiyle düzenlenir. İnsan gırtlağı, frekansı belli ama tınısız bir tayf çıkarır. Bu tayf, ağız boşluğunda değişime uğrar. Ses telleri, bir ses üretmek için hançereyi kapatır ve havanın çıkmasını engeller. Bu durumda hançerenin altındaki basınç artar ve oluşan gücü bir ölçüye vardırır. Bu baskı sonucu ses telleri açılınca, dışarıya doğru bir hava dalgası itilir. Bu da basıncı düşürür. Sonra ses telleri yine kapanır, hançerenin altındaki basınç yeniden artar ve başka bir çevrim başlar. Sesleri doğuran, bu çevrim tekrarlarıdır.

Bir soprano tiz bir “do” notası çıkarmak için ses tellerini saniyede 1000 defa açıp kapar.

Türk müziğinde kullanılan seslerin, ilk olarak XIII. Yüzyılda Safiyüddin Abdülmümin Urmevi tarafından ortaya konduğu kabul edilir. Konuyla ilgili “Kitab-ül Edvar ve Risalet üş-Şerefiyye“ adlı bir eseri vardır.



20. yüzyılda Rauf Yekta, Saadettin Arel ve Suphi Ezgi eskiden 17 olan perde sayısını 24’e çıkarmışlardı. En son bu perdeler Kemal İlerici tarafından 53’e çıkarılmıştır.

Yani geçen yüzyıllarla insanlar sesi ve dolayısıyla sesli iletişimi (konuşmayı) geliştirmiştir. Günümüzde güzel konuşma ve hitabet bir sanattır da aynı zamanda. Ama bunları yazarken bile dışarıdan gelen insan gürültüleri bana bu sanatı uygulayanların çok az olduğunu gösteriyor. Sanırım insanoğlunun çoğunluğu ilkel sesleri çıkardığı dönemden pek de uzakta değil.   

Gülşen Uslu

1 yorum:

  1. Şans eseri blogunuzdaki bu yazıya denk geldim :)Ve seçtiğiniz resimlerden birindeki o harika,büyüleyici güzeller güzeli kadın tanıdık çıktı :) Hem de çok tanıdık :)Adı Süreyya Evren Işık'tır.Adı kadar güzel ve ışıklıdır :)

    YanıtlaSil