"Hayatımda ilk pikabı, Ermeni komşumuz Anikler'in evinde
görmüştüm. Sanıyorum 5 yaşındaydım. Fransızca şarkılar çalarlardı. Edith Piaf,
Jacques Brel falan... Bizim ahşap evimizin yanındaki büyük taş binada
oturuyorlardı. Küçük atölyelerinde seramik eşyaların üstüne boya ya da
boncuklarla süsler yapıyorlardı. Bir yandan da pikapta şarkılar çalıyordu.
Atölyenin penceresinden içeri bakıp, onları seyrederdim. İçeri
girmemi söylerlerdi. Beş yaşımdayken okumayı sökmüş olduğum için, plakların
üstündeki yazıları okumaya çalışırdım. Dokunmazdım onlara... Tüm radyonun
içinde adam adayan o dönemin çocukları gibi, ben de radyonun ya da pikabın
etrafında döner, içindeki küçük adamları görmeye çalışırdım. Bir gün plağı
benim değiştirmeme izin verdiler. Kutsal emanetlere dokunur gibi dokundum
plaklara ve pikaba... Ve hiç bilmememe rağmen, Fransızca şarkıları söyledim
plaklarla beraber.
1974'de Rum ve Ermeni kökenli komşularımız yurt dışına gittiler.
Anikler de Fransa'ya yerleştiler. Fransızca şarkılar gelmez oldu artık
kulaklara... Yerini ahşap evlere çok uygun olan Türk müziği aldı. Nihavent,
Hicaz, Rast... "Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben hâlime..." O ahşap
evler, o ağır müziklere yakışır bir vakurlukta huşu içinde titrediler. "Ey
büt-i nev eda, olmuşum müptela"
Bizim hiç pikabımız olmadı. Ama evimizin en değerli eşyası Philips marka radyomuzdu.
Ağabeyim ve ben, bu yazıyı Filips diye okurken, annem "pilipis" diye
okurdu. "Aç şu pilipisi de dinleyelim." derdi. 70'li yıllar... Devir,
su kuyrukları, yağ kuyrukları, tüp kuyrukları devri... Kardeşlerim, ben ve
annem akşama kadar başka başka kuyruklarda bekliyoruz.
Elvis Presley'in ölümünde ilk kez Rock müzikle tanıştım. Radyolar
Elvis'in anısına hep Rock çalıyorlardı. Kardeşlerimle Rock and Roll dansı
yapıyorduk evde. Elvis'le beraber Türkçe Rock'la da tanıştım. Erkin Koray, Cem
Karaca... "İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları" "Alemin
keyfi yerinde yine maşallah" Gitgide protest müziğe merak saldık. Selda
Bağcan dinledik. Grup Yorum dinledik. Belki de anlamadığımız fikirleri savunduk
şarkılarda. Ya da ön ergen başkaldırıları yaşadık. Bütün dünya haksızlıklarla
doluydu ve şarkı sesimiz gürdü.
Sonra ilk aşk, şarkılar yine orada... Şarkılardan fal tutma yine
orada. "Bu şarkı beni anlatıyor"lar, hep orada. Yılların hızla geçip
gittiğini farkettik. Müzik dergilerindeki sanatçıların saçları, giyimleri,
makyajları hep değişiyordu. Şarkılar değişiyordu. Nükhet Duru'nun bir
şarkısında dediği gibi "Sevgiliye siz diyen" şarkılar bitiyordu. Yap
tüket başlıyordu. "Seni sevecek vaktim yok." türü şarkılar... Benim
yüreğim büyümüyordu. Hala eski şarkılarda takılı kalmıştı. Şarkılar bir devrin
öyküsüydü. Çocukluğumun, ya da ilk gençliğimin. Şarkılar hayatımızda izler
bıraktı. Anılarımıza yerleşti.
1976'da Sezen Aksu girdi hayatıma... Bazı şarkılarını zikir
saydığım Sezen Aksu... Kafamın karışmayacağı, karşılaştığımda "İşte
bu!" diyebileceğim tarifler yaptı. Onun şarkıları ruhuma iyi geldi. Yolda
yürürken, hep içimden söyledim o şarkıları... Denize karşı söyledim... Gecelere
karşı söyledim... Müzik zevkime, ebediyat dünyama taşlar koyup, duvarlar ördüm.
Sağlam binalar yaptım. Hele bir dönem... Sadece benim için yaptı şarkılarını,
sanki... Ben İstanbul'un martılarına şiir yazarken...
Gülşen Uslu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder