SİNEMANIN DOĞUŞU
Sinemayı yazmaya karar verdiğimde o kadar çok bilgi ve belge buldum ki nasıl bir yazı yazmam gerektiğine karar veremedim. Yani sinema kronolojisi türü bir yazı mı, yoksa sosyolojik mi?.. Çok kapsamlı çok başlıklı bilgiler vardı ve bunları taramak insanın aylarını alırdı. Oysa benim yapmak istediğim bir-iki sayfalık bilgi-makale türü bir yazı hazırlamaktı. Bu yüzden daha önceki araştırma yazılarımdaki misyonuma uygun olması açısından ilkler üzerinde durdum ve dünyada ve Türkiye’de sinemanın doğuşunu yazmaya karar verdim. Birkaç dönüm noktası veya başlığı da hatırlatabilmeyi amaçlıyorum.
İşte sinemanın ilk zamanları ve kilometretaşları:
Ortaçağda 15. Yüzyılda Leonardo da Vinci bir “camera obscura” yapmıştı. Karanlık bir odada, nesneleri fener yardımıyla duvar üzerine yansıtıyordu.
1798’de Belçikalı gölge oyunu ustası Robertson
“görüntü oyunları” adını verdiği gösterisinde sabit görüntüleri izleyicilerine
sunuyordu.
19. yüzyılda Fransız Emile Reynaud sabit görüntüleri
harekete çevirmişti. Güçlü bir biçimde aydınlatılmış bir ayna çemberi önünden
geçen kağıt şerit üzerinde değişik görüntüler dairesel olarak birbirini
izliyordu. Bir keresinde elle çizilip boyanmış 636 adet görüntüyle gösteri
yapmıştı.
1869’da ABD’li John W. Haytt selüoiti buldu.
1869’da ABD’li John W. Haytt selüoiti buldu.
1887’de ABD’li Hannibal Goodwin filmi geliştirdi.
Aynı zamanlarda Fransız, Alman ve ABD’li keşifçilerin çalışmalarıyla
Sinematograf doğdu. Buluşa bu adı veren Léon Bouly’dir.
1893 yılında A. le Roy ve E. Lauste, bir Amerikan
buluşu olan kinetoskop filmlerinin gösterimi için projektörü keşfettiler. Bir
yıl sonra da Eastman ilk yandan delikli filmi yaptı.
28 Aralık 1895 yılında Paris Grand Kafe’de Lumiére Kardeşler halka açık ilk gösterilerini yaptılar.
Sinema bu tarihten sonra teknik bir gösteri olmaktan çıktı, öykü anlatmaya, tiyatroyu taklide yönlendi.
1898’de ilk aktüalite filmi Havana (Billy Bitzer), ilk tanıtım filmi Mesguich (Lumiére ve Méliès), ilk tarihi film Dreyfus Olayı (Méliès, 1899) çekildi.
1905’e gelindiğinde Méliès, Folies-Bergère’den bir
sipariş üzerine müzikhol sanatçılarının rol aldığı “İki Saatte Paris-Monte
Carlo Yarışı”nı çekti. Méliès daha öncesinde de “Maine” zırhlısının infilakını
ve VII. Edward’ın taç giyme törenini filme almıştı.
1905 tarihinde ABD Pitsburgh’da, Los Angeles’de
sabah sekiz, gece oniki arası açık olan sinema salonları açılmıştı.
Sinema bu tarihlerde sessiz olduğu için, salonlarda
efektörler ve orgcular bulunurdu. Bu kişiler filmdeki dramatik vurguları canlı
olarak seslendirirlerdi.
Auguste Baron, çekimler sırasında sesi bir silindir
üzerindeki balmumuna kaydederken, görüntüyü de kameraya kaydeden bir sistem
buldu. Gösterimlerde bu iki kaydı eş zamanlı olarak çalıştırıyordu. Leon
Gaumont’da 1902’de ilk play-back uygulamasını başarıyla gerçekleştirmişti.
Böylece sesli sinema çağının ilk adımları atılmıştı.
Sessiz sinemanın ilk aktörleri sokaktaki adamlardı. Daha sonraları tiyatrocular dramalarla filmlerde göründüler. Sesli sinema, sesleri duyulmayan oyuncularda hayalkırıklığı yaratma ve başarısız olma korkuları doğurdu. Öyle ki Charles Chaplin “Konuşmak Şarlo’nun sonu olur” diyerek 1936 yılına kadar sesli çekimlere direnmişti. Ama 1940 yılında yaptığı Şarlo Diktatör filmi sesliydi.
Buster Keaton, sesli sinemayla uyuşamamıştı ama
Laurel ve Hardy ve Max Kardeşler tutursız söz esprileriyle başarıyı
yakaladılar.
1920-50 yılları arası Hollywood’da star sistemi
yıllarıdır. Yıldız avcıları, buldukları adayları üretim aşamasına getirirlerdi.
Yönetmen, makyajçılar, terziler, kameramanlar, ışıkçılar bu ürünü işler ve göz
kamaştıran starlar yaratırlardı. Sistem otuz yıl boyunca işledi. Hatta 1929
yılında verilmeye başlanan Oscar ödülleri, halka star benimsetmek konusunda
rehberlik etti. Starlar tapılası bir fetiş nesnesiydiler artık.
Judy Garland ve Marilyn Monroe’nun intiharları, bu
sistemin gerçeğinin sorgulanması gereğini gösterdi. Bundan sonra oyuncular bu
çarktan kurtulmak için kendi filmlerine yapımcı olmaya başladılar.
50’lerde televizyon yaygınlaşmaya başlayınca, büyük
starlar her eve, her akşam konuk olmaya başladılar. Yapımcılar hatasız, iyi,
kahraman karakterlerden yavaş yavaş kusurlu, insani, hatta kötü olabilen
karakterlere geçtiler. Müzikaller, bilimkurgular, cinayet ve western filmler
altın çağını yaşıyordu artık.
AVRUPA ve DÜNYADA SİNEMA
İskandinavya sineması, I. Dünya Savaşı sırasında
gelişmeye başlamıştı. Büyük tarihi filmler yerine, toplumsal ve ruhsal
dramalara yönelmişti. İnsani durumlar, iletişimsizlikler baş konusuydu bu
sinemanın.
Mauritz Stiller, çoğunluğu ulusal edebiyat uyarlamaları
olan 45 film çektikten sonra yanına Greta Garbo’yu da alıp Hollywood’a
gitmişti.
Savaş sonrası kuşağın en ünlüsü ise İsveçli İngmar
Bergman oldu.
Vamp Kadın imajı ilk Danimarka’da doğmuştu. 1914’de
F. Holger-Madsen’in çektiği Afyon Rüyası filminde ilk gerçek öpüşme yaşanmış ve
Avrupa’da bir skandal yaratmıştı.
50’li yıllarda İskandinavların ünlü Lapon efsaneleri
filme çekildi. Özellikle 1952’de Erik Blomberg’in çektiği Beyaz Ren Geyiği çok
ün kazandı.
Alman sineması I. Dünya Savaşı sonrasında büyüleyici
bir şiirsellik yakalamıştı. Alman dışavurumculuğu akımı doğmuştu. Ancak Nazizme
ters düşen görüşleri reddettikleri için özgünlüğü yok etti. 100 kadar
dışavurumcu film çekildiği dönemde oyuncular aşırı jestlerle duyguları dışa
vururlardı.
1930’da müzikallere yönelinmişti. Özellikle Marlene
Dietrich’in oynadığı Mavi Melek (yönetmen J. von Steinberg ve Üç Kuruşluk Opera
(yönetmen G. W. Papst) müzikalleri dünyaca ün kazandı.
İlk Rus filmleri amatör belgesellerdi. Sonra edebi
eserleri sinemaya uyarlamaya başladı Rus sinemacılar. 1917 Ekim Devrimi’nden
sonra da edebi uyarlamalar sürdü; ancak 1919 yılında Lenin’in sinemanın öteki
sanatlardan üstünlüğünü ilan etmesiyle, sosyalist gerçekçiliğe geçildi.
Sovyet gerçekçiliği filmleri eğitim ve kültür
ağırlıklıydı. İşçi ve köylülerin hayatları, genç devrimin gerçekleri baş
konulardı. Vertov insanları habersizce görüntüleyerek özgün belgesel tarzını
yaratmıştı. İç Savaşın Tarihi (1922), Lenin’in Cenaze Töreni (1924), İleri
Sovyetler (1926) gibi belgeler çekti. Ayzenştayn, Ekim Devrimi’ni ve Potemkin
Zırhlısı’nı çekerek ünlü olmuştu. Pudovkin’le psikolojik sinema doğmuştu.
Rus sinemasının ilk sesli filmi 1934’de çekilen
Lenin’in Üzerine Üç Destan’dı. Ayrıca Romanovlar’ın Düşüşü ve Sovyetler Ülkesi
belgeselleri de büyük tarihsel belgelerdir.
Mihail Kalatazov Leylekler Geçerken filmi ile 1958
yılında Cannes’da Altın Palmiye, G. Bardin Ara Nağme filmi ile 1988’de Altın
Palmiye kazanmışlardı.
Fransız sineması, yenidalga akımıyla büyük
dekorlardan, partilerden kaçıp doğal mekanlara yönelmişti. Toplumsal olguları
işlemeyi önemsemişti.
İlk önemli uzun metrajlı filmi 1956’da Le Beau Serge
çekmişti: Clau de Chabrol. Çeşitli ödüller alan bu filmde, ahlak zafer kazandı
denir.
Roger Vadim, 1956’da Ve Allah Kadını Yarattı’yı
çekti ve yeni evlendiği Brigitte Bardot’u dünyaya tanıttı.
François Truffaut, Dört Yüz Darlee ile Cannes’de
ödül kazandı.
Eric Rohmer, 1962’de Ahlaki Hikayeler, Monceau’lu
Ekmekçi Kadın ve 1969’da çektiği Maud’daki Gece filmleriyle klasik yoğunluğu
yakalamıştır.
Jean-Luc Godart, 1959’da çektiği Serseri Aşıklar
filmiyle, Belmando ile bütünleşen umursamaz bir gençlik portresi çizmişti.
1982’de çekilen Tutku ise sinemanın bir çeşit şiir olduğunu ortaya koymuştu.
Alain Resnais, Van Gogh (1948), Gauguin (1950),
Guvernica (1950), filmlerini çektikten sonra Marguerite Duras’ın Hiroşima
Sevgilim (1959)’ini çekti ve dünyaca ün kazandı.
İtalyan sineması, savaş sonrasının yoksulluğu
nedeniyle büyük stüdyolar yerine sokakları mekan olarak seçmişti. İtalyan
sinemacılar yoksulluğu çekerek yenigerçekçilik akımını başlattılar.
1945-52 yılları arası Roberto Rosselini, Vittorio de
Sica, Luchino Visconti, Guiseppe de Santis gibi sinemacılar Özgürlük Akımını
yarattılar. 1945’de Roma Açık Şehir (Rosselini), 1948’de Yer Sarsılıyor ve
1949’da Acı Pirinç (De Santis), 1946’da Kaldırım Çocukları ve 1948’de Bisiklet
Hırsızları (de Sica) filmleri bu akımın dönüm noktalarıdır.
İspanyol sineması 1896’da Lumiér kardeşlerin
Madrid’teki gösterisiyle başlamıştır denebilir. 1908’de Eduardo Jimeno Correas,
Zaragoza Pilar Kilisesi’nde Öğle Ayininden Çıkış adlı filmi, Cuyas ise Don
Quijote’u çekti.
İlk sesli film: 1930’da çekilen Francisco Elias’ın
Puerta del Sol’ün Gizem’i adlı filmdir.
Malraux’un 1939’da çektiği iç savaşı yansıtan Umut,
İspanyol sinemasının dönemeçlerindendir.
İkinci dünya savaşından sonra ise dini ve tarihi
filmler ağırlık kazanır.
İspanyol sinemasının en tanınmış sinemacıları Luis
Bunvel ve Carlos Saura’dır. Bunvel, bazılarını ülke dışında çektiği 1930
Altınçağ, 1932 Ekmeksiz Toprak, 1961 Viridiana, 1970 Seni Sevmeyeceğim gibi
filmlerle; Saura, 1977 Elisa Hayatım, 1981 Çabuk Çabuk, 1987 El Dorado dünyaca
ünlenirler.
Carlos Saura işe fotografçılıkla başlamıştı. 1959’da
Kabadayılar’ı çekti, ancak eleştirmenlerce beğenilmedi. 1963’de Napolyon’un
istilasını anlattığı Bir Haydut İçin Türkü sevildi. Ama asıl ününü 1981 Kanlı
Düğün, 1983 Carmen, 1986 Büyülü Aşk ve 1987 El Dorado ile yaptı.
Hint sineması, 1956-57’de Cannes ve Venedik Film Festivali’nde
gösterilen filmleriyle kendini Batı sinemasına tanıttı. Oysa Hint sinema sanayi
1912’de D. G. Phalke ile başlamıştı. İlk uzun filmi Kral Harişçandiz’i 1913’de
çekmiş ve Ramayana ve Mahabbaharata destanlarından etkilenmişti.
Hintçe ilk sesli film Alam Ara tarafından 1931’de
çekildi. A. İrani de önemli yönetmenlerdendi. Özellikle Şarkılar filmi çok
önemlidir.
Hint sinemasının dünyaca ünlü filmi 1951’de Raj
Kapoor’un yönetip oynadığı Avare filmidir. 1961’de Mani Kaul ve Kumar Sahani
çektiği filmlerle Hint yenidalga akımını başlar.
Hint sineması dünyanın en canlı sinemasıdır. 6000
film salonu ve her yıl çekilen 9000 filmle…
Japon sinemasının ilk sessiz filmleri, geleneksel
Kabuki tiyatrolarından esinlenmişti. Daha sonra tarihi filmler ağırlık kazandı.
Akira Kurosava, 1951 yılında Raşomon (1950) filmiyle
Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü alınca dünyaca tanındı.
Kinoşita, ilk renkli Japon filmini 1951’de çekti:
Carmen Eve Dönüyor.
70’li yıllarda sinema televizyona yenilince erotik
ve gerilim filmlerine yönelindi. Televizyon tüm kadınların seyrettiği pempe
filmler üretiyordu zira.
Japonların üç büyüğünden Mizogoçi, 1962’de Fahişe
Oharu’nun Yaşamı (1952) filmiyle Venedik Film Festivali’nde ödül kazanmıştı.
Ozu, İlkbahar Sonu (1951), Tokyo Hikayeleri (1953)’yle en önemli filmlerini
çekmişti. Kurosova’nın uluslararası ün kazanan filmleri ise: Judo Efsanesi
1943, Yedi Samuray 1954, Dersu Uzala 1975, Savaşçının Gölgesi 1980, Ran 1985.
Japonlar çizgi sinemada da çok başarılı oldular.
TÜRKİYE’DE SİNEMA
28 Aralık 1895’de Lumiér Kardeşler’in Paris’teki
gösterimi, sinemanın doğum tarihi olarak kabul edilir. Bu tarihten bir yıl
sonra Sigmund Weinberg adlı göçmen bir Yahudi, Galatasaray’daki bir birahanede
halka açık bir gösteri düzenlemişti. Gösterilen film, Lumiér Kardeşler’in
çektiği La Ciotat Garı’na Trenin Varışı’dır. İzleyenlerden E. Ekrem Talu
yazılarında trenin üstüne gelmesinden duyduğu korkuyu anlatır.
Batı’dan gelen azınlıklar yeniliklerin öncüsü
oldular. Pera’da bu yeniliklerin ilk görüldüğü yerdi.
II. Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Osmanoğlu
anılarında, Bertrand adlı bir Fransız’ın saraya sinemayı tanıttığını anlatır
ama yılı bilinmemektedir.
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra
Tepebaşı’nda ilk sinema salonu açıldı.
Fuat Özkınay ilk Türk belgeselini 1914’de çekti:
Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı. 1915’de askeriye, Merkez Ordu Sinema
Dairesi’ni kurmuş ve yönetimini Weinberg’e vermişti.
Fuat Özkınay, Weinberg sayesinde sinemayla tanışmış,
kameraman ve yönetmen olarak Türk sinemasının ilk filmlerini çekmişti. 1914’de
Seden Kardeşler’le birlikte Ali Efendi sinemasını açmıştı. 1917’de Merkez Ordu
Sinema Dairesi’nce Almanya’ya gönderildi. 1953’e kadar sinema çalışmalarını
sürdürdü.
1916’da Weinberg, konulu bir filme başlamıştı:
Himmet Ağa’nın İzdivacı. I. Dünya Savaşı nedeniyle yarıda kalan bu filmi
öğrencisi Fuat Özkınay, 1918’de tamamladı. Ne yazık ki Ayatefanos’taki Rus
Abidesinin Yıkılışı ve Himmet Ağa’nın İzdivacı filmleri bugün kayıptır.
Savaşın kaybedilmesi, imparatorluğun yıkılışı,
Kurtuluş Savaşı Türk sinemasını kesintiye uğrattı. 1922 yılında Kemal ve Şakir
Seden kardeşlerin girişimiyle Kemal Film kuruldu. Bu ilk özel sinema
kuruluşuydu. Yapımcı ve yönetmeni de Muhsin Ertuğrul’du.
Sedat Simavi ve Ahmet Fehim Efendi de sinemayla
ilgilenmişlerdi. Simavi, Cenap Şahabettin’in Pençe adlı oyununu sinemaya
uyarladı. Arkasından Casus’u ve Alemdar Vakası’nı çekti. Ne yazık ki bu filmler
de günümüze ulaşamadı.
Fehim Efendi, 1919’da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
Mürebbiye adlı eserini filme aldı. Bu film günümüze kalabilmiştir. Aynı zamanda
ilk sansür edilen filmdir. Fransız bir mürebbiyenin fettanlığını anlatan film,
işgal kuvvetlerince yasaklanmıştı.
1919’da Malul Gaziler Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet,
ilk filmini 1921 yılında gerçekleştirdi: Özkınay ve Şadi Fikret Karagöz’ün
çektiği Bican Efendi Vekilharç. İçeriği Chaplin komedilerine yakındı ve
serileri çekilmişti. Türk sinemasında ilk defa bu film için senaryo yazılmış ve
yakın plan çekim yapılmıştı.
1923’de Türkiye’de 30 adet sinema salonu vardı.
Muhsin Ertuğrul 1924’de Stocholm’de Mauritz
Stiller’in yardımcılığını yapmış, 1925’de Sovyetler’e gitmiş tiyatroları
incelemişti.
1923-39 yılları arası Türk sinemasında Tiyatrocular
Dönemi diye adlandırılır ve bu dönemin yönetmeni çoğunlukla Muhsin Ertuğrul,
oyuncular Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) oyuncularıdır: Hazım Körmükçü, Vasfi
Rıza Zobu, Talat Artemel, İ. Galip Arcan, Muammer Karaca vb.
Bütün film türleri –köy, polisiye, tarihi, drama,
komedi ve Kurtuluş Savaşı filmleri- bu dönemde çekilmiştir. Muhsin Ertuğrul’un
filmlerinin görüntü yönetmeni Cezmi Ar’dı.
Muhsin Ertuğrul’un çektiği bazı filmler: 1922
İstanbul’da Bir Faciai Aşk, Boğaziçi Esrarı,
1923 Ateşten Gömlek, 1932 Bir Millet Uyanıyor, 1935 Aysel; Bataklı Damın Kızı, 1938
Aynaroz Kadısı, 1939 Bir Kavuk Devrildi.
İlk sesli film, 1932’de gösterimdeydi: İstanbul
Sokakları. Aynı zamanda Türkiye’nin ilk ortak yapımıydı (Türk-Yunan-Mısır).
1933 yılında çevrilen üçü komedi olan 4 filmin
senaryolarını Mümtaz Osman takma adıyla Nazım Hikmet yazmıştı.
Cahide Sonku, Türk sinemasının ilk starıydı. Aysel;
Bataklı Damın Kızı filmiyle sinema kariyerinin ilk adımını attı. Tiyatrocuyken,
Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle film çevirmeye başladı ama 1948’e kadar tiyatroyu
da bırakmadı. 1948’de Sonku Film’i kurdu. Talat Artemel ve Sami Ayanoğlu ile
birlikte Vatan ve Namık Kemal’i yönetti. Bu film 1951 tarihindeki anketlerde en
iyi film seçildi.
1939-50 yılları arası, ara dönem diye adlandırılır.
1940’da Faruk Kenç’in çektiği Taş Parçası’yla bu dönem başlamıştır. Baha
Gelenbevi, Turgut Demirağ, Orhan M. Arıburnu gibi isimler bu dönemde çalışmaya
başladılar. Bu dönem başarılı teknisyenleri de ortaya çıkardı: Kamil Kriton,
İliadis, Turgut Ören, Yuvakim, Filmeridis. Bu dönemin sivrilen oyuncuları ise:
Memduh Ün, Orhan M. Arıburnu, Reha Yurdakul, Oya Sensev, Sezer Sezin.
Ara dönemin sonunda bir sonraki döneme damgasını
vuracak olan bir isim ortaya çıkar: Ömer Lütfi Akad. 1949’da çektiği Vurun
Kahpeye ve 1953’de Kanun Namına, Batı’nın yenidalga, gerçekçilik gibi
akımlarının izlerini taşırken, kültürümüze de sadık kalmıştır.
50’den sonra Sinemacılar Dönemi diye adlandırılır.
Bu dönemin yönetmenlerinin başında Metin Erksan, Osman F. Seden, Atıf Yılmaz,
Memduh Ün gelir.
60’larda sinemacılar toplumsal sorunları işlemeye
başladılar. Metin Erksan’ın 1964’de çektiği Susuz Yaz, Berlin Film
Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazandı.
1964’de Türk sinemasında bir dönemeç olan Antalya
Film Festivali başladı.
Basın da artist yarışmaları düzenleyerek star
sistemini başlattı. Bu yolla sinemaya başlayan ilk starlar, Yıldız dergisinin
düzenlediği yarışmayı kazanan Ayhan Işık ve Belgin Doruk’du.
Ses dergisi de Ajda Pekkan, Ediz Hun, Hülya
Koçyiğit, Tarık Akan gibi oyuncuları sinemaya kazandırmıştı.
Müjde Ar ortaya çıkana kadar Türk filmlerinin kadın
başrol oyuncuları Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik’di.
70’lerin ortalarından sonra başka isimler de tanındı ve sevildi.
Gülşen Uslu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder